Milli maçlarda kalbiyle düşünen Özdil, Hasan Doğan'ın Başbakan’ın çok yakın arkadaşı olmasının yaptığı her işin siyasi bir algılamaya yol açacağına dikkat çekiyor.
***
Türk basın dünyasında kendine has üslubu ve çalışma tarzıyla tanınan ismi Yılmaz Özdil...
Sabah Gazetesi'ndeki yazılarıyla ciddi okur kitlesine sahip, son adresi Hürriyet Gazetesi olan İzmir kökenli bir gazeteci...
Ama öyle böyle bir İzmir aşkı değil bu.
Belli ki şu günlerde buram buram bir hasret yaşanıyor İzmir'e...
Yıllaaar önce Sabah Gazetesi'nin İkitelli binasında karşılaşmalarımızın ardından Star Gazetesi'ndeki o 'Babıali'nin en iyi ekibi'nin oluşturulduğu dönem...
Spor muhabirliği yapan bendenizin gazetede olduğu nadir dönemlerde karşılaştığı isimlerden biri Yılmaz Özdil.
Güleç, şirin bir hali var...
Ama çalışırken asabileştiği yönünde tüyolarım da hayli fazla...
Spor yazılarıyla da çıkıyor okuyucunun karşısına, elbette bizlerin de...
Gazetede müsabakalar sonrası yapılan değerlendirmelere kimi zaman kulak misafiri oluyoruz ama bu okuyucu için ilk tabii.
Kendine has üslubuyla spor seyircisinin de kalbini kazanıyor Yılmaz Özdil...
Bugünlerde ise özellikle genç nesilin yazılarını sıkı sıkı takip ettiği isimlerin başında geliyor.
Spora olan ilgisini bildiğim için konuk alma girişimlerine başlıyorum...
Ama, öyle bir çırpıda sonuç elde etmek ne mümkün...
Randevu alma çabalarımın Star TV'de Ana Haber için Uğur Dündar ile yeni bir maratona hazırlandığı günlere denk geldiğini hatırlatmalıyım sizlere...
Yılmaz Bey'in asistanıyla aramızdaki e-mail trafiğinin ardından (birkaç hafta sonra) gün tespit edebilme noktasına geliyoruz.
Ehh bu da bir aşama!..
Sonra telefonda şu gün, bu zaman derken tarihi belirliyoruz.
Vee randevularına geç kalma anlamında sabıkalı olan bendeniz, röportaj saatinden 15 dakika önce Star TV'deyim!..
Daha ilk dakikadan kırık not almayalım değil mi?!...
Hakkındaki çeşitli röportajları, kaleme aldığı köşe yazıları, spor yazıları gözden geçirilerek hazırlanmış sorular.
Gazetemizde teşriki mesaisi olmuş arkadaşlarından, daha eski arkadaşlarından, birlikte çalıştığı büyüklerimizden alınmış tüyolarla hazırlanmış sorular, sorular...
Çantamda...
Dersime iyi çalıştım ama, hoca bana takmış olmasın?!..
Aklımın bir köşesinde de 'kibirli midir' düşüncesiyle ilerlerken asistanı Alev Hanım ile karşılaşıyorum...
Güleç bir yüzle ilgileniyor benimle...
Yılmaz Özdil'in odasına geçiyoruz.
Gayet sade döşenmiş bir odada, gülümseyerek bakan bir yüz ifadesiyle karşılıyor beni Yılmaz Özdil...
Sıcak... Demek ki aklımdan geçenler olmayacak...
Yılmaz Özdil'in dudaklarının kenarındaki o minik gülümsemenin açtığı yoldan, vaktin çok kıymetli olduğunu bilerek sorularıma göz atıyorum.
Sade bir masada karşılıklı çaylar eşliğinde, içeriden gelen hummalı koşturmaların ayak sesleri arasında, yeniden 'televizyon haberciliği'ne dönüş öyküsüyle başlıyorum sorularıma.
”UĞUR DÜNDAR’A HAYIR DİYEMEDİM”
- Uğur Dündar, kendisine ancorhman'lik teklif edildiğinde tek şart olarak sizinle çalışmak istediğini anlatıyor bir röportajında. atv'nin ardından yeniden TV maratonu, haberin merkezinde olmak nasıl bir duygu?
“Daha önce atv Haber'i yönetmiştim. 'Yeniden TV haberine döneyim' diye bir düşüncem yoktu. Uğur Dündar isteyince, benim için de sürpriz oldu. Saygım gerçekten büyüktür, meslekte örnek aldığım insanlardandır. Kendisine 'Hayır' diyemedim. Bu yüzden başladım.”
- TV haber maratonu sizi zorluyor mu, yoksa dinç mi tutuyor?
“Haberin içinde olmak, her habercinin isteyeceği bir şey. Bu anlamda bir şikâyetim yok. Ama çok mesaimi aldığı için tabii ki yoruluyoruz. Bu başka bir tat. Ama aynı zamanda köşe yazmayı da kolaylaştıran bir faktör...”
- Köşe yazılarınızda her kesim tarafından okunan ama bazı kesimleri kızdıran mizahi bir tavrınız var. Fakat, günlük hayatınızda çok gülen bir insan olmadığınızı biliyorum. Çalışırken ise daha ciddi...
“Günlük hayat derken, ikiye ayırmak lazım. Mesai saatleri içindeki ve mesai saatleri dışındaki Yılmaz Özdil olarak...”
“HAYATI CİDDİYE ALMAM AMA İŞTE 'SIFIR' HATA İSTERİM”
- İki Yılmaz Özdil arasında çok fark var mı?
“Elbette. Birbirinden çok farklı iki insan. Çünkü iş sırasında sıfır hatayla çalışma gayretinde olduğum için, stresim yüksek oluyor. Etrafımdakilere de stres veririm. Ama mesaim bittikten sonra bir ofis boy’la, muhabirle aramda hiyerarşik bir ilişki yoktur. Yılmaz Özdil geri döner. Yazılarıma da belki yansıyor olabilir. Hayata gülmeceyle bakmayı çok severim. Hayatı çok ciddiye alan bir insan değilim. Ama işi çok ciddiye aldığım için mesai saatleri içinde farklı bir Yılmaz Özdil çıkıyor olabilir. Aynaya baktığımız zaman kendimize saygı duyabilmek için önce ürünümüze saygı duymamız gerekiyor. Bütün stresim bundan kaynaklanıyor. Ama bu mesai saatleriyle sınırlıdır.”
- Bir gazetecinin nesine katlanamazsınız?
“Benimle aynı görüşte olması, benim gibi düşünmesi, beni sevmesi-sevmemesi beni hiç ilgilendirmez. 'Profesyonel' adı üzerinde... Verilen işi maksimum seviyede, samimiyetle ve doğru yapması. Bunun dışına çıkan arkadaşlara tahammül etmem mümkün değil.”
“TEMİZ MEDYA İÇİN HER FIRSATTA SAHTEKÂRLARI MESLEKTEN SİLERİM”
- Medyayı sizin kadar sert eleştiren bir yazar daha yok. 24 yıllık meslek hayatınızda önemli görevlerde yer aldınız. Halen de öyle… Siz eleştirdiğiniz şeyleri değiştirmek için elinizden geleni yaptığınıza gani misiniz?
“Bu sadece benim değil, herkesin yapması gereken bir şey. Neticede bu işten hayatımı idame ettiriyorum. Çocuğumun ve arkadaşlarımın çocuklarının da bu işi yapmasını isterim. Bulunduğumuz ortamda eğer bazı şeyleri değiştirme fırsatımız varsa, değiştirmek için maksimum gayret sarf etmemiz lazım. Zaman zaman personel, kimi zaman da masanın bu tarafında olabiliyorum. Elime fırsat geçtiğinde olabildiğince çocuklarımızın da bu mesleği yapacağını düşünerek hareket ederim. Herkes böyle düşünüp, ne kadar ahlaksızı bu meslekten def edebilirsek, ne kadar hırsızı sahtekarı, yalancıyı, üçkağıtçıyı bu meslekten atabilirsek, bu neticede yaptığımız işten daha önemli bir sonuca yol açar. Böylece medyadaki dürüst, ahlaklı, temiz, objektif bir sürecin de başlangıcı olur. Ha bu mümkün mü?.. Değil?.. Ama bu meşhur deniz yıldızı hikâyesine benziyor. Her fırsatta meslekte ahlakına inanmadığım insanları uzaklaştırmak için elimden geleni yaparım.”
- Fakat, sayıları hayli fazla...
“Çok tabii ama, bizim gibi düşünenlerde az değil... Benim için yalan haber yazan köşe yazarı ile habere gittiğinde müessesesinden üç kuruş para çalan muhabir arasında hiçbir fark yok. Bu tür ahlaksızlar esasında hepimizin ekmeğinden yiyor. Kurumlar da neticede Kızılay değil. İşler kötü gittiğinden ya tenkisat ya da gereği kadar zam yapamama yolunu seçiyor. Ben bugüne kadar hiçbir patronun durup dururken, 'adam atın' ya da 'zam yapmayın' dediğini duymadım...”
- Siz bu mesleği yeterince icra edebiliyor musunuz ki, kızınızın da gazeteci olmasını arzuluyorsunuz?
“Onun takdirini ben yapamam. Ama elimden gelenin en iyisini yapmaya gayret ediyorum.”
“MENFAATİ KAYBOLDUĞUNDA KÜFREDENLER 'BİDON KAFALI'DIR”
- Şu meşhur, 'Bidon kafalılar' yazınız çok tartışıldı, ağır eleştiriler aldı. Hiç pişmanlık duydunuz mu?..
“Beni eleştirenlerin, o yazıyı okumadığını ya da anlamadığını düşünüyorum. O yazıda anlatmak istediğim şuydu: ‘Herhangi bir partiye birtakım menfaatler çerçevesinde oy verip, menfaati ortadan kaybolduğunda o partiye küfredenlerin hepsi bidon kafalıdır' Size şöyle örnek vereyim. Star Gazetesi'ndeyken, DSP-ANAP-MHP iktidardaydı. Gazetede olabildiğince gördüğümüz yanlışlıkları bütün çıplaklığıyla manşet yapardık. DSP, ANAP ve MHP'liler bize çok kızardı. Bugün AK Parti saflarında olan o dönemin Fazilet Partilileri bize teşekkür ederdi. Birçoğunun teşekkür faksı bende hâlâ durur. Ama iktidar değiştiğinde, saçmalıklarını ortaya koyduğunuzda size teşekkür edenler hakaret etmeye başlıyor. Size hakaret edenler ise teşekkür ediyor. Siyasetçilerin bu ikiyüzlülüğü, medya çalışanlarını ve vatandaşı da yanlış yönlendiriyor. Yoksa tırnak içinde 'Bidon Kafalı' sözü herhangi bir partiye oy veren insanı kast eden bir şey değildir. Menfaati için oy verip, menfaati kaybolduğunda küfreden herkes 'Bidon Kafalı'dır. Bunun ideolojisi, partisi olmaz.”
“VAKTİM ÇOKSA KISA YAZARIM”
- Kısa yazdığınız için de eleştiriliyorsunuz. Siz ise 'Vaktim çoksa, kısa yazarım' diyorsunuz...
“Evet... Önemli olan gazetede fazla yer kaplamak değildir. Gazeteler sütün-santim itibariyle çok kıymetli ürünlerdir. Özellikle reklam servislerindeki arkadaşlar ne demek istediğimi çok iyi anlar. Köşe yazarları bir muhabire ya da yazı işleri elemanına göre daha iyi şartlarda yaşıyorlar. Daha fazla maaş alıyorlar, otomobil, oda vb. gibi olanakları da var. Müesseseden aldıklarıyla, verdikleri arasında uçurum olduğunu düşündüklerinden, ne kadar önemli olduklarını ortaya koyabilmek için gazetede mümkün oldukça fazla yer kapmaya çalışıyorlar. Bu çok yanlış. Çok uzun ama çok sığ yazılar okuyorum ben gazetelerde. Yazı işleri, yani mutfak kökenli bir gazeteciyim. Yazı işlerinde çalışanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır. Yazı işlerinde çalışanlar zaman zaman çok uzun bir öyküyü bir ya da iki kelime ile özetleyerek manşete koymak durumundadırlar. Bu insanlara kelimeleri tasarruflu kullanma yetisi kazandırır. Ben mutfaktan geldiğim için köşe yazımı da o şekilde yazıyorum. Bana herhangi usta ve büyük gazeteci dediğimiz bir köşe yazarının yazısını verin. Anlamını bozmadan 4'te 1 oranında kısaltabilirim. Bence kendileri de yapabilirler. Ellerine kalemi alıp, gereksiz kelimeleri atsınlar. Yarısından fazlası gider, üstelik anlamı da bozulmaz.
“NOBEL DE ALSA ORHAN PAMUK OKUNMUYOR”
Gazeteler anlatmak istediğini en pratik şekliyle anlatmalı. Bir gazeteyi dünya standartlarında okuma süresi 20 dakikadır. 15 dakika köşe yazısına gidiyorsa insanlara bu işkenceyi yapma hakkımız yok. Bu durumda insanlar o gazeteyi okumaz. Buna rağmen bunda ısrar eden gazete yapıcıları geri zekâlıdır. Türk insanı hangi yazıyı okuması gerektiğini çok iyi biliyor. Turgut Özakman'ın 'Şu Çılgın Türkler' ve ‘Diriliş' adlı kitapları var. Yan yana koyduğunuzda tuğla gibi. İstanbul Telefon Rehberi kadar kitaplar. Ama insanlar genci yaşlısı bir solukta okuyabiliyor. İnsanımız okumaya değerse mutlaka buluyor ve uzunluğu ne kadar olursa olsun okuyor. Ama aynı zamanda Nobel ödülü dahi kazansa Orhan Pamuk'un kitabını okumuyor. Çünkü okunacak yazı var, okunmayacak yazı var. Ben gençlerin gazete ve kitap okuyucusu olduklarına şahidim. Sen kötü yazıyorsan genç ne yapsın?!..”
- Sizin sıfırdan alıp 1 milyon 200 bin tirajına taşıdığınız bir gazete bu sınırlara dayanıyorsa, Türk insanının ne okuduğunu iyi tahlil edilebilmişsiniz...
“Orada lütfen altını çizmeme izin verin. Promosyonsuz 1 milyon 270 bin net satan, hatta dağıtım kavgaları olmasa 2 milyon net satacak bir gazetenin içinde bulundum. Ama o gazeteyi 'ben yaptım' dersem akıllarda yanlış kalır. Orada gerçekten çok iyi bir takım vardı. Doğru arkadaşlar ile bir arada çalışma fırsatımız olmuştu.”
- Şu an Star Gazete’sini elinize aldığınızda neler hissediyorsunuz?
“Kurumlara karşı aidiyet hissetmem.... Şu an orada bulanan arkadaşların fikirleri benimle taban tabana zıt. Ama işlerini olabildiğince iyi yapmaya çalıştıklarını görüyorum. O gazete başkaydı. Bu gazete başka. Logonun aynı olması bende duygusal bir his yaratmıyor. Sadece Star Gazetesi değil ki... Ben kurumlara aidiyet hissetmem, insanlara aidiyet hissederim. Beraber çalıştığım arkadaşlarım benim için çok önemlidir.”
“MEDYADAKİ BOŞLUKLARI DEĞERLENDİREN GAZETE BAŞARILI OLUR”
- Ateş ve Star gazeteleri sizin de içinde olduğunuz ekiplerle sıfırdan zirveye taşınmış markalar oldu. Bu nasıl bir heyecandır?
“Ateş'te İlker Sarıer ile çalışmıştık. O da 600 bin tirajını gördü. Hem Ateş'te hem Star'da standart yapmanın peşine gitmedik. Bana göre zaman zaman medyada bazı boşluklar oluşuyor. O boşlukları değerlendiren gazeteler başarılı oluyor. Biz orada riskli kararlar almıştık, piyasada yer bulması için. Allah'a şükür ki verdiğimiz kararlar doğruymuş. Deneme fırsatı verdiler, denedik ve oldu... Star Gazetesi'nde bizim yaptığımız uygulamanın İngiltere'deki üniversitelerde tartışıldığını, analiz edildiğini söyleyebilirim.”
Hani laf lafı açıyor denir ya, hakikaten öyle...
Söz buraya gelmişken son dedikoduları değinmeden geçmek olmaz.
Sorumun girizgâhını yaparken sigarasını yakmaya hazırlanıyor Yılmaz Özdil...
...ve o soru...
- Medya sitelerinde yer alan kimi haberler dikkatlerden kaçmıyor. Size böylesine yine sıfırdan bir gazete teklif edildiği yönünde.. Böyle bir heyecanı yaşamak ister misiniz?..
(Sorumu tamamlayıp yanıtı beklerken Yılmaz Bey'in sigarasından derin bir nefes çektiğini görüyorum... Sanırım bu sıkıcı bir soru oldu!..)
“Medyada arkadaşlar gereğinden fazla dedikodu yapıyorlar. Neticede ben bulunduğum yerden, yaptığım işten son derece memnunum. Gerçekten öyle...”
“SABAH'TA TEHDİTVARİ E-MAİLLER ALDIM”
- Sabah Gazetesi'ne TMSF el koyduğunda hükümeti eleştiren tavırlarınızdan dolayı size, sizin tabirinizle, 'sıkıysa şimdi yaz' e-postaları yağdı mı? Sabah'ta yazmak sizi sıktı mı?..
“Hakkını teslim etmemiz lazım. Okurlardan bu şekilde tehditvari e-mail’ler geldi. Muhalif yazar sıfatına katılmıyorum. Biz kimseye muhalif değiliz. İktidardan kastım parti de olabilir, belediye başkanı da, kaymakam da, kulüp başkanı da olabilir. İktidar koltuğunda oturanların zaman zaman işine gelmeyebilir. Ama bu bir muhalif duruş değiltir. Gördüğümü yazmak benim görevim. Bu kimine göre muhalif, kimine göre yandaş duruştur. Ben Sabah Gazetesi'ndeyken bunu fırsat bilen birtakım insanlar bizim zor duruma düşeceğimizi vs düşünerek, bu tür şeyler göndermişlerdir. Ben de orada çalışma gibi bir ısrarım olmayacağı için, son derece rahattım. Dilediğim gibi de yazmaya devam ettim.”
“SABAH'TA YALNIZ KALDIM”
- Yalnız kaldığınızı hissettiniz mi?
“Yalnız kaldım ama TMSF'den kaynaklanan değil, orada çalışan arkadaşlardan kaynaklanan bir sorundan dolayı. Ben yazdığım süreden istifa ettiğim güne kadar, TMSF'nin herhangi bir çalışanından, yöneticisinden bir tek kelimelik engelleme, ima asla ve asla görmedim. Bunu söylemezsek haksızlık etmiş oluruz. Aksine, ne zaman karşılaştıysak, 'Merhaba'laştık. Bir kez yazım girmedi. O da hukuki bir problem olacağı TMSF avukatları tarafından söylendiği için. Bana göre yoktu. Neticede avukatlara işini öğretecek değiliz. Ben de yazımı geri çektim. Bunun dışında yazım bir kez sansürlendi. O da Fatih Altaylı tarafından yapıldı. TMSF yönetimindeydi gazete, fakat onlardan bağımsız bir şeydir bu. TMSF yönetiminin en küçük bir olumsuz davranışı olmadı. Ki, mutlaka canları çok sıkılmıştır. Ne imada bulundular, ne engellediler. İstifa etmem de tamamen benim kararımdı. Seçime kadar götürüp, bırakmayı düşünüyordum. Seçimden bir gün önce de teşekkür edip bıraktım.”
- Başarılı gazeteciler neden hep İzmir'den çıkıyor?..
“(Keyifli bir kahkahanın ardından) Onu bilmiyorum. Sosyologların ilgilenmesi gereken bir konu. Hepsi İzmirli değil. Ama şunu söyleyebilirim, Dinç Bilgin'in sahipliğindeki Yeni Asır çok iyi bir okuldu.”
“İZMİRLİLER, İSTANBUL'DA DUYGUSAL PATİNAJ YAPMIYOR”
- Sizi keşfeden isim de Dinç Bilgin oldu galiba?
“Evet, ben Dinç Bey'in yanında başladım ve onun sayesinde çok yol aldım meslekte. İstanbul ve Ankara'da bulunan İzmirli gazetelerin önemli bölümü Yeni Asır kökenlidir. Onları ben Yeni Asır'ın çok iyi bir okul olmasına bağlıyorum. Ertuğrul Özkök gibi Yeni Asır'dan bağımsız İzmirli gazeteciler de çok. Ben 15 yıldır İstanbul'dayım, gözlemim şu. Kimseyi küçümsemek manasında bunu söylemiyorum. Samimi düşüncemdir... İstanbul'da olup, İzmir'de olmayan hiçbir şey yok. Sadece ölçekleri küçüktür. Sinema, tiyatro, spor, vb. Dolayısıyla bir İzmir çocuğu, (öğretmen, doktor, gazeteci olabilir) İstanbul'a geldiği zaman duygusal bir travma yaşamıyor. Çünkü, nasıl büyüdüysek, o şartlar var İstanbul'da... Ama Anadolu'dan gelen pek çok arkadaşım zekâ seviyeleri, eğitimleri ne kadar yüksek olursa olsun, ister istemez duygusal bir gurbet travması yaşıyorlar. Komik gelebilir size, vapurundan tiyatrosuna, alış veriş merkezinden flörtüne kadar her seviyeye götürebilirsiniz. İzmir çocuğu İstanbul'da duygusal patinaj yapmıyor. Sanırım başarı da bundan kaynaklanıyor... “
“EXPO, AKP'NİN İZMİR'İ ALMA PROJESİNİN BİR PARÇASIYDI”
- Bu kadar İzmir demişken, Milano-İzmir çekişmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Bu iş ilk çıktığında Hürriyet'teki yazımda yazmıştım. İzmir'in EXPO'yu alması mümkün değil. Çünkü, EXPO denilen şey hikâyedir. Söylendiği gibi 20 milyar dolarlık yatırım, 40 milyon turist lafları tamamen palavradır. Herkes kendisine şu soruyu sorsun lütfen. Madem o kadar önemli, geçen sene EXPO nerede yapıldı, bilen var mı?. Çünkü EXPO'nun dünyada ve Türkiye'de bir önemi yoktur. EXPO, AKP'nin İzmir'i alma projesinin bir parçasıdır. Zaten bu yüzden Cumhurbaşkanı ve 5 tane bakanla gidildi. Bugüne kadar İzmir için iktidar partisinin böyle bir çabası görülmedi. İzmir'in yerel yöneticileri, bu iş için gerçekten mücadele eden insanlar bir anda devre dışı bırakıldı. İktidar partisi bu işe abandı. Ve neticede hüsran oldu, olacağı da belliydi. Bu iş kendi milletine propaganda yaparak olmaz. İtalya bu işi Milano, İzmir'den daha iyi olduğu için almadı. İtalyan dışişleri dünya lobisini çok iyi yaptı. Bizimkiler ise bizim gazetelerden bize lobi yaptı. Herkes inandı ve hüsran oldu.”
- Oyu biz vermediğimiz için bizi etkilemedi!..
“Aynen... İzmir açısından bakarsak, İzmirli hemşehrilerimin buna inanmasına gerçekten inanamıyorum. Çünkü, 76 yıldır elinde olan fuarı öldüreceksin, 7 sene sonra ve 1 kez olacak EXPO'dan medet umacaksın... Bu gerçekten İzmirliye yakışmayan bir davranış biçimidir.”
“İSTANBUL'U SEVİYORUM AMA İZMİR'E AŞIĞIM”
- Hayatınızda İzmir ve İstanbul'u bir kefeye koymanızı istesem, siz de İstanbullu olmamak için direnenlerden misiniz?!..
“Ben İzmir'in aşığıyım. İstanbul'u çok seviyorum.”
- Başka İstanbul yok!...
“Dünyayı gezen arkadaşlarım bilir ki, İstanbul gerçekten çok özel bir şehir. İstanbul'un dinamizmi tahrik ediyor. Elime geçen her fırsatta, özellikle tatil amaçlı İzmir'e gitmekten çok mutlu oluyorum. Bütün çocukluk arkadaşlarım, tanıdıklarım İzmir'de. İzmir'den kopmam mümkün değil. İlla ki, bir gün filler gibi ölmeye de gideriz İzmir'e.!..”
- Gönlünüzce yaşamak için gidersiniz dilerim. İzmirli ve Göztepeli... Galatasaray'a sempatiniz sadece renk benzerliği mi?
“Orada bir yanlış anlaşıldığım nokta var. Star Gazetesi'ni yaptığımız dönemde Galatasaray'ın 4 yıl üst üste şampiyon olduğu, Avrupa'da çok başarılı olduğu bir dönemdi. Spor müdürümüz Meriç Tunca'nın ısrarlarıyla spor yazıları yazıyordum. Galatasaray'ın UEFA maçlarını da yorumlayınca Galatasaraylı olduk. Bugün ben aynı heyecanı Fenerbahçe için de hissediyorum. Çünkü futbolu seviyorum. İyi futbol oynayan takımları daha çok seviyorum. Yoksa Göztepeliyim, ölene kadar da Göztepeli olarak kalacağım. Ama illa büyükler arasından birini tercih etmem gerekirse kalbi Trabzon için atan bir İzmirli'yim.”
“ŞAMPİYON YA GÖZTEPE OLSUN YA DA TRABZONSPOR”
- Yine bir Anadolu havası seziyorum!..
“Tabii ki... Çünkü, bu Bizans hegemonyası beni çok rahatsız ediyor. İlla biri şampiyon olacaksa ya Göztepe olsun ya da Trabzonspor...”
- 'Anadolu'dan bir şampiyon çıkması hayal mi' demeye hazırlanıyordum ama siz benden önce davrandınız...
“Futbol artık parayla oynanıyor. Bugün, Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş ile bir Anadolu kulübünün rekabet edebilmesi ekonomik olarak hemen hemen imkansız. Sivasspor ve Kayserispor'un yaptığı 3 büyüklerden daha büyük başarıdır. Burası İngiltere olsaydı, hiç tartışmasız Sivasspor'un teknik direktörü her kategoride yılın teknik adamı, Sivasspor ise her kategori de yılın takımı seçilirdi. Ama taraftarın çokluğu ve holiganizm, gazetecilerin de holigan haline dönüşmesi, insanlarda bilgi kirliliği yaratıyor. Bu seneki Sivasspor'a saygı duymamak için insanın vicdansız olması lazım.”
“BİZ DE SPOR SKOR DEMEK”
- Sivas'ın çıkışını romantik bulanlardan mısınız?
“Sürekli olabileceğine ihtimal vermiyorum. Çok değerli futbolcular var, çok akıllı bir hocaları var ama futbolun da gerçekleri var. Büyük kulüp tabir ettiğimiz bir kategori var. Ligi 50 basamaklı bir merdiven olarak düşünürsek, 49. basamağa kadar herkes çıkabilir. Ama 50 basamağa sadece büyük kulüpler çıkar.”
- Spor sayfalarının sadece futbola ayrılmış olmasından rahatsızlık duyuyor musunuz?
“Bu gidiş sadece futbol gidişi... Bizde spor, skor olarak algılanıyor. Türkiye'de lisanlı sporcular bağlamında bakarsak, futboldan sonra basketbol, voleybol ve hentbol ciddi bir kesim tarafından icra ediliyor. Spor gazetelerinde ve spor gazetelerinden Anadolu kulüplerinin küçümsenmesinden daha büyük bir şekilde diğer branşların yok farz edilmesi var. Bu da arkadaşların sporcu değil, futbol meraklısı omalarından kaynaklanıyor.”
“MİLLİ MAÇTA KALBİMLE DÜŞÜNÜYORUM”
- EURO 2008 şansımızı nasıl değerlendiriyorsunuz?
“O duygusal cevap olabilir. Ben finale kadar gitmesini isterim.”
- Gönül ister de, mantık ne diyor?
“Gönül ister ve milli maçlarda benim mantığım çalışmıyor. Kalbimle düşünmeyi tercih ediyorum. İnşallah çok başarılı oluruz.”
- Şampiyonluktaki favoriniz?..
“Gerçekten cevap verilmesi çok güç. Şu anki tabloya baktığımızda Fenerbahçe'nin şansı çok yüksek.”
“SİVAS AVRUPA'DA OYNASIN ONUN DA PEŞİNDEN GİDERİM
- Türk takımlarının Avrupa’da oynadığı maçlarda renk gözetmekten ziyade, duygusal mı düşünüyorsunuz?
“Özellikle Galatasaray'ın Avrupa Kupası, UEFA Kupası maçlarının hemen hemen tümüne gittim. Dünya Kupası'na da gittim. Futbolu çok seviyorum. Sivasspor da gitse onun peşinden de giderim. Galatasaraylıların burada Fenerbahçelilere ya da Beşiktaşlılar'a 'Siz hâlâ annenizin ligin de mi oynuyorsunuz' dediği günlerde Avrupa'da Fenerbahçe, Beşiktaş, Trabzon forması giymiş vatandaşlarımızın, nasıl canhıraş bir şekilde 'Galatasaray-Türkiye' diye bağırdığını gördüm. Benim için Avrupa maçlarında Fener olmuş, Galatasaray olmuş fark etmiyor.”
- Göğsünde Ay-Yıldızı taşıyor olması yeterli...
“Aynen... Ülke puanı hepimiz için iyi. Yarın öbür gün biz şampiyon olursak, bize de lazım olacak o puanlar!..”
- Yazılarınızda daha mütevazı şartlardaki kesimin sözcülüğünü üstlendiğiniz intibasına kapılıyorum. Siz de böyle bir aileden mi geliyorsunuz? Nerede yaşıyorsunuz? Mesela arabanızın markası ne?
“Kendi özelime girmek istemem. Ama nasıl büyüdüğüm öğrenmek isterseniz, babam Dinç Bilgin’in babasının şoförüydü. Benim ismimi de koyan Dinç Bey’in babası Şevket Bey’dir. Dedem ise Yeni Asır’da matbaacıydı.”
- Üç kuşak basının içindesiniz…
“Bizim sülalede beddua olduğu için 3 kuşaktır bu işten çıkamadık. Babamı İzmir’de özellikle gazete camiası çok sever. O sayede ben de İletişim Fakültesi’ni kazandığımda Yeni Asır’da çalışmaya başladım. O dönem var olan tecrübeli ağabeylerimiz de bana sahip çıktılar.”
“MESLEKTE HİÇ DÜŞÜNMEDİĞİM ŞEYLERİ YAŞADIM”
- Ekranda kendinize has bir tavrınız var. Yüzünüzü bilinçli olarak mı ekrandan çekiyorsunuz?
“Televizyona çıkmak için özel bir derdim de yok merakım da. Ben yarına plan yapan insan değilim. Hiç, asla. Hayat tesadüflerden oluşuyor. Bugün ben buradaysam, burada olmayan arkadaşlardan daha iyi olduğum için değil. Hayatta maksimum belirleyici şans, tesadüfler… Buna çok inanırım. ‘Önümüzdeki 5 yıl şunu yapacağım, bunu yapacağım’ alsa demem. Yarına çıkacağımızı kimse bilmiyor. Ben sadece bugünü yaşamayı çok severim. Geleceğe dair mesleki planım olmadı. 22 sene önce de böyledir, bugün de böyle. Aksini söyleyen de palavra atar. Meslekte hiç düşünmediğim şeyleri yaşadım.”
“HENTBOL ANTRENÖRÜ OLMAK İSTERDİM”
- 24 yıl önce İletişim Fakültesi’ni kazandığınızda Yeni Asır’ın kapısından girdiğinizde, '10 yıl sonra şurada olacağım' dediniz mi?
“Asla böyle bir düşüncem olmadı. Samimi fikrimi merak ediyorsanız. Bu ülke gelişmiş bir ülke olsaydı. Ücretlerle hayat standartları birbirini tutuyor olsaydı, hentbol antrenörü ya da sörf antrenörü olmak isterdim.”
- Üniversitede hentbol oyunculuğunuz var, eşinizin de…
“Evet, var. Onu yapmak isterdim. Ama Türkiye’nin realiteleri var. Onunla ev geçindirmek olacak şeyler değil. Mesleğe başlarken de samimi düşüncem budur, inanılır ya da inanılmaz. Hepimiz gibi... O zaman 17 yaşındayım, üniversiteyi kazanmışım. Sadece sigortalı bir iş talebim vardı. Hayatta isteyip de gerçekleştirdiğim tek talep budur. Bundan sonrası hayat ne gösterirse, onu yaşıyorsunuz…”
- Köşe yazıları kitaba dönüşüyor. Sizin neden bir kitabınız yok?
“Ben gerçekten kitap yazmaya üşenen biriyim. Vaktim olduğunda da üşenirim. İşin edebi boyutuna giriyor. Edebiyat bence ciddi bir şey. Gazeteden bağımsız bir şey. Buna enerji ve vakit ayırmam lazım. Buna da üşeniyorum açıkçası. 'Bir tane de kitabım olsun' diye hiç düşünmedim. Yarışmalara bile katılmam. Sayısız ödülüm var ama, bakın burada hiç yoktur. Benim için önemli değil.”
- İzleyiciyi sıkmayan bir tarzınız var.
“Teşekkür ederim. Sabah’ın o dönemki murahhas azası, icra kurulu başkanı Kenan Tekdağ özellikle çok istemişti. Onun için çıktım. Gece, orada program filan… Çok sıkılırım ben. O yüzden de kitap yazmıyorum.”
“AYNI FİKİRLERDE DEĞİLİZ AMA ERGUN BABAHAN'I SEVERİM”
- “Son Baskı” programı hayli beğeniliyordu. Siz Babahan’ı gerçekten azarlıyor muydunuz? Ya da bunun temeli yıllar öncesine mi dayanıyor?..
“Öyle göründüyse izleyicilerden de özür dilerim. Çünkü, Biz Ergun ile aynı fikirlerde olmayan insanlarız. Ama ben Ergun’u çok severim. Onun da benim hakkımda kötü düşündüğünü zannetmiyorum. Ayrı dünyaların insanlarıyız.”
- Birbirinizi sevmek ayrı, görüşlerinize saygı göstermek ayrı?
“Aynen öyle… Biz o programı yaparken özellikle Ergun ile böyle konuşmuştuk. Sadece hangi konuları konuşacağımızı belirlerdik. Ne söyleyeceğimiz konusunda birbirimize soru dahi sormazdık. Ekrana çıkıp, o an ne düşünüyorsak, onu söylerdik. İyi polis - kötü polis durumu olmadı. O sıralar Emre Kongar - Mehmet Barlas’ın programı gibi bizi algılamak isteyenler oldu. Bizim ayrı düşündüğümüz şeyler olsa da Ergun ile aynı fikirde olduğumuz çok şey de vardı. Artı - eksi düşündüğümüz konular kadar aynı kulvarda olduğumuz konularda vardı. Halen de arkadaşlığımız devam eder.”
“G.SARAY 150 KERE DE ŞAMPİYON OLSA HİÇBİRİ UEFA KUPASI'NIN YERİNİ TUTMAZ”
- Galatasaray, artık “Dünya çapında başarı” düşleyen bir başkana kavuştu mu dersiniz?
“Onu zamanla göreceğiz. Adnan Polat değerli bir şahsiyet. Bu düşündüğüm standartlarda vizyonu olan bir insan. Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş artık lokal rekabetten sıyrılmalı. Lokal rekabet çok önemlidir, ama lokaldir. Artık futbol paranın etrafında dönüyor. Bir sanayi bu. Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş dünyanın en büyük holdingleri seviyesinde paralar kazanabilir. Büyük açılımlar yapabilir. Benim kast ettiğim odur. Galatasaray Başkanı’nın Avrupa Şampiyonu olma hedefini asla bırakmaması lazım. Bu, sıradan mütevazı bir Anadolu takımının hedefi olmayabilir. Ama arkasında milyonlarca taraftarı olan, Türkiye’nin en parlak ve en zengin iş adamlarının katkı sağladığı kulüplerin vizyonunun bir Arsenal’den, bir Barcelona’dan farklı olmaması lazım. Türkiye’nin ve kulüplerimizin bu potansiyeli var. Galatasaray isterse 150 kere şampiyon olmuş olsun ki, oldu. Hiçbiri UEFA Kupası’nın yerini tutamaz. Benim aradığım heyecan ve vizyon bu. Adnan Polat ile Galatasaray’ın bunu yapacağını düşünüyorum. İnşallah yapar…”
“BEŞİKTAŞ’I BEŞİKTAŞ YENİYOR”
- “Beşiktaş bu... Kendi kendine ‘dur’ demeyi başarır mutlaka” diyordunuz ve oldu!..
“Maalesef, bu şaşırtıcı bir şey… Ama Beşiktaş’ı aslında kimse yenmiyor. Beşiktaş devamlı kendi kendine yenilen bir takım. Bunu nasıl beceriyor gerçekten inanmak mümkün değil. Futbol sever olarak bakıyorum Galatasaray ve Fenerbahçeli arkadaşlar kızacaklar ama Türkiye’nin en muhteşem seyircisi var ellerinde... Böyle bir seyirci dünyada her takıma nasip olmaz. Bu takım çıkıyor ve yeniliyor, inanamıyorum. İna-na-mı-yo-rum… Beşiktaş’ı Beşiktaş yeniyor. Nasıl beceriyorlar bilmiyorum ama, herhalde Beşiktaşlılar da bana katılacaktır…”
- Futbol Federasyonu Başkanlığı seçimlerinden, “İnsanımız, kendi takımını daha da ileriye götürecek başkan istiyor. Bu 'lokal' kafayla uluslararası arenada 'figüran' olmaya devam ederiz’ diyordunuz. Yeni yönetim bu hislerinizi değiştirdi mi?..
“Hayır, değiştirmedi. Hasan Doğan mutlaka ki futbolun içinden gelen, bu işe mesai harcamış biri. Bütün kulüpler de desteklediğine göre mutlaka o dengeleri de kurmuş bir isim. Ama şu gerçek değişmez: Hasan Doğan, Başbakan’ın çok yakın arkadaşıdır. Başbakan’ın çocuklarına burs veren iş adamının ortağıdır. Dolayısıyla Hasan Doğan’ın yapacağı ya da yapamayacağı başarıların, belki de başarısızlıkların tamamı ister istemez siyasi bir algılamaya yol açacaktır. Bence Hasan Doğan gibi yani siyasi iktidarla direkt ya da endirekt ilişkileri olan insanların futboldan uzak durması lazım. Kötü müdür? Hayır, değildir… Hasan Doğan başkanlığındaki bir federasyon bize çok büyük başarılar sağlayabilir mi? Sağlayabilir…”
“SİYASETLE KOL KOLA FUTBOL DEMOKRASİMİZE ZARAR VERİYOR”
- Vizyon açısından umut taşıyor musunuz?..
“Onu göreceğiz. Atacağı her adım siyasetle ilişkilendirilecektir. Bu tür insanların bence futboldan uzak durması lazım. Bu Hasan Doğan ile alakalı bir şey değil. Mesela Deniz Baykal Başbakan olsa, yakın arkadaşının da böyle bir mevkide olmasının sakıncalı olduğunu düşünürüm. Mesut Yılmaz da olsa karşıyım. Çünkü, siyasetin futboldan uzak durması lazım. Futbol artık siyasetle o kadar iç içe oldu ki, bir oy deposu haline dönüştü. Futbolla belediye başkanları seçilebiliyor. İstemesek de demokrasimiz bundan zarar görüyor. Bu nedenle belediye başkanlarının kulüp yöneticiliği yapmasına kesinlikle karşıyım. İstanbul’da Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş gibi kulüpler varken, belediyenin sanki bu kentin takımı yokmuş gibi takım kurmasını tamamen siyasi bir araç olarak görüyorum. Hasan Doğan’a itirazım bundan. İnşallah çok başarılı olur. Başarılı da olsa, başarısız da olsa siyasetin bir uzantısı gibi görünecek. Bu durum esasında Başbakan’a da zarar veriyor. Gerçekten futbolu seven bir Başbakan, öyle değil mi?..”
- Futbolu sevdiğine şüphe yok...
“Bir şekilde buna mesai ayırması, futbolla ilgili olması çok güzel. Ama o hepimizin Başbakan’ı olduğuna göre, tek bir yere odaklanmaması lazım. Başbakan Fenerbahçelidir, ama ben onu Fenerbahçeli Başbakan olarak görmem. Çünkü, Fenerbahçe'ye ne kadar yakınsa Galatasaray’a da o kadar yakındır. Bu konuda özel bir uygulamasını görmedik. Ama Federasyon Başkanı’nın alacağı bir karar, bir hakem ataması dahi dönüp Başbakan’a bağlanacaktır. Mesela 'Ligden küme düşme kaldırılsın' diye bir teklif getirilirse, 'Acaba Kasımpaşa mı kurtarılıyor' diye bir yaklaşım oluşacak. Siyasetin futboldan mümkün olduğunca uzak durmasında fayda var...”
“OKURLARIM BANA KUZEN DER...”
- E-mail’lere yanıt veren bir insan olarak tanıyoruz sizi. Buna nasıl vakit buluyorsunuz?..
“Evet, gelen e-mail sayısı çok yüksek. mail box'ım sınırsız olmasına rağmen, aşırı hız nedeniyle bazen tıkanabiliyor. Her gün mesaim öncesinde ve sonrasında buna olabildiğince vakit ayırmaya çalışıyorum. Bir, ‘teşekkür ederim’ dahi olsa, cevap vermeye gayret ediyorum. Ama kaç kişiye ulaşabiliyorum, bilmiyorum. Okur vakit ayırıp mesaj atmışsa, bizim de ona bu saygıyı göstermemiz lazım. Okurlarımın bu samimiyete inandığını düşünüyorum. Elimden geleni yaptığımı biliyorlar. Okurlarımın çoğu bana kuzen der. Çünkü, aileden sayarlar beni…”
***
1982 yılında 17 yaşında İletişim Fakültesi'ni kazanarak Yeni Asır'ın kapısından içeri giren 'Yılmaz' genç, Türkiye'nin en çok tiraj getiren gazetelerini yapan isimlerden biri oldu.
İstanbul'u seven ama İzmir'e aşık Yılmaz Özdil, hayatın tesadüflere bağlı olduğuna inanıyor.
Meslekte hiç düşünmediği şeyler yaşadığını söylerken...
... Ve biraz da üşengeç!..
Ama söz konusu futbol olduğunda, Galatasaray maçlarıyla Avrupa'yı kent kent gezen Yılmaz Özdil, Sivasspor'un Avrupa maçları olsun, onun da arkasından gitmeye hazır...
Kendisini okumaya değer bulduğuyla kalmayıp, e-mail atan her okuruna yanıt vermeye çalışan bir 'Kuzen' o!..
Okurlarının aileden saydığı...
'Milli maçlarda kalbimle düşünüyorum' sözleriyle duygularını ortaya koymaktan ise çekinmiyor...
Üçüncü kuşağın gazeteci temsilcisi olarak, 4. kuşak gazeteci adayı kızı ve akranlarına temiz bir meslek arenası bırakacak kadar ilkeli...
'İlla ki, bir gün filler gibi ölmeye de gideriz İzmir'e.!..' diyecek kadar ise hasret yüklü...
Büyük babası, babası gibi basının içinde 17 yaşında çalışmaya başladığında her Türk gibi kafasında bir tek düşünce taşıdığını hâlâ unutmuyor Yılmaz Özdil: Sigortalı bir işe sahip olmak.
'Eğer yaşanabilir şartlarda olsaydı' diye başlayan cümlesiyle hentbol antrenörlüğü yapmak istediğini açıklayacak kadar da samimi...
Belki de hepimizin üzerine sinen 'Türkiye gerçeği' bu cümlelerde gizlidir, ne dersiniz?..
Röportaj: Saadet ÖZCAN