Orhan Berent, memleketteki iktidarların sıkıntı duyduğu kent uzamı kavramını anlatırken Taksim’deki Gezi Parkı’nın geçmişine de işaret ediyor. Aynı zamanda Rum mezarlığının üzerine kurulan İzmir Alsancak Stadı’nın yıkımı ve AVM yapılma sürecindeki tanıklıklarını paylaşıyor bizimle.
Taksim’deki Gezi Parkı tartışmaları ve sonrasında çıkan olayları irdelediğimizde, memleketteki iktidarların cumhuriyetin doksan küsuruncu yılında bile hâlâ kent uzamı dediğimiz kavramla sıkıntıları olduğunu anlarız. Nedir bu kent uzamı peki? Yenir mi, içilir mi?
Kent uzamı basit olarak kentle bütünleşmiş mimari yapıların ya da coğrafi mirasın onunla uyum içinde varlığını sürdürebilmesidir. Afilli bir tanım değil mi? Öyle olmasına öyle de kenti ya da memleketi yönetenler o tanımdan habersiz olunca biz şehirliler birey olarak varlığımızı sürdürsek bile gün geçtikçe o kent bizim elimizden kayar sonuçta başka bir şeye dönüşür.
“Uzun etme de pratikten örnek ver, zaten direnişten yeni çıkmışız felsefe dinleyecek halimiz yok!” diyorsanız şöyle devam edeyim. Malum bu topçu kışlası 1780 yılında yapıldı. Aradan geçen süre içerisinde çeşitli yangınlar, tamiratlar geçirdi ve nihayet 1940’ta yurt dışından getirilmiş bir şehir plancının önerisiyle yıkıldı. Pek bir milliyetçi ve de Türkçü tek parti hükümetlerinin yabancı bir uzmanın önerisini “Emrin olur ağam” deyip yerine getirmesini bir kenara bırakalım, daha sonra 50’li yıllardaki yıkımlara da kapı açar bu girişim. Menderes dönemindeki cadde açmak için kent dokusunda yapılan tahribatı ya da Dalan dönemindeki Tarlabaşı yıkımlarını da hatırlayıp Taksim Kışlası’nın en önemli özelliğine geçelim şimdi. Kışlanın orta avlusu yıllarca futbol ve çeşitli spor müsabakaları için kullanıldı. Milli Lig’den önce dönemin tek iller arası turnuvası olan Milli Küme maçları da orada oynandı. Ta ki İnönü Stadı yapılasıya kadar. O zamanın yöneticilerine göre İstanbul’a yakışır çağdaş bir stad yapılınca köhne Taksim Stadı’ndan kurtulacaktı İstanbullu sporseverler. Gönül rahatlığıyla Topçu Kışlasına kazma vurulabilirdi. Peki İnönü Stadı’na ne oldu dersiniz. Şimdi yıkılmak üzere geçmiş olsun. Ya Ali Sami Yen’e ne oldu? Çoktan yıkıldı gitti içindeki tüm yaşanmışlıklarla birlikte. Kent belleği sizlere ömür. Nasıl da hoyratız değil mi?
Bu örneklerden anlaşılacağı gibi kent uzamı yaşanmışlıkların korunmasını amaç edinir. Tabii ölülerin hatırasını da. 1933’te gasp edilen Surp Agop Mezarlığı’nı hatırlayın. Yol açılmak bahanesiyle mezarlığın üzerine sonradan Divan, Hilton ve Hyatt Regency otelleri, Gezi Parkı, TRT İstanbul Radyosu ve Harbiye Askeri Müzesi inşa edildiğini bir çok eski İstanbullu bilir. Bilmeyenler de Tamar Nalcı ve Emre Can Dağlıoğlu’nun bu gaspın hikâyesini tüm yönleriyle anlattığı ders verici yazısını internetten bulup okusun. Peki yaşanmışlıklara saygısı olmayanın ölülere saygı duyması beklenebilir mi? Şüphesiz hayır.
2005’te İzmir Alsancak Stadı’nda ışıklandırma direkleri için çukur kazılırken iskeletlere rastlanması beni şaşırtmamıştı. Çünkü daha 1930’lu yıllarda bile bugünkü açık tribünün bulunduğu yerde eski bir Rum mezarlığının kalıntıları hâlâ duruyordu. Zaten bir zamanlar İzmir’in en ünlü takımlarından olup şimdi hayatını Atina’da idame ettiren Panionios’un maçlarını orada oynadığı sırada bile o mevkide eski bir mezarlık bulunduğu biliniyordu. Ayrıca biraz ilerideki Darağacı denilen bölgenin adı da zamanında İzmir derebeyi Katipoğlu Mehmet Bey'in bölgede birkaç kişiyi asarak idam etmesi yüzünden geliyordu. Zaten bölgenin eski adı da Rumca Ölüler Ülkesi manasına gelen Mortakia’dır. Bugün bile İzmir’de Ege Mahallesi’nde yaşayan Romanlar mahallenin resmi adını kullanmazlar ve yaşadıkları yere Mortake derler. Şu aralar Mortake’nin encamını soracak olursanız eğer şöyle derim: Kentsel dönüşüm planında. Direkt hükümetle de ilgisi yoktur. Yerel yönetimin ileri dönük planlarında artık iyice şehrin merkezinde kalmış bu kadim mahalle yıkılacaktır. Kent uzamı demiştik değil mi? Sulukule’yi hatırlayın.
2012 Mayıs’ında Alsancak Stadı’nın yıkılıp yerine AVM yapılmaması için İzmir’deki bütün taraftarları kapsayacak bir direniş örgütlenmişti. O günlerde kentin düşman kardeşleri Altaylılar, Göztepeliler ve birçok kulübün taraftarları bir araya gelmiş, bu bellek silinmesi girişimine karşı tavır almış, yan yana yürümüştük. 60’lı ve 70’li yıllarda Altay ve Göztepe’de futbol oynamış iki efsane futbolcuyla Alsancak Stadı’nda röportaj yapıp ulusal kanallardaki canlı yayınlara çıkarmıştık. Yaşları 70’e yakın olan iki usta futbolcu yeşil çimler üzerinde hatıralarını nakletmişlerdi.[1] Geçen yılki duygularımı şöyle ifade etmiştim kişisel günlüğümde:
“Gençliğimizi Alsancak Stadı'nın tribünlerine gömdük vaktiyle. Göztepeliler sarı-kırmızı, biz Altaylılar siyah-beyaz bir bayrakla örttük üstünü... Şimdi gelmişler gençliğimizin ve ölmüşlerimizin ruhlarının üstüne alış veriş merkezi dikmek istiyorlar...”
Memleket insanının aklına çağdaş ortamlar denince alış veriş merkezleri, gökdelenler; kent kültürü denince ise sentetik oluşumlar gelmesi asla tesadüf değil. Çünkü bizde şehirlerin eskime süreci bir kopuş ve o eskimenin mirası kurtulunması gereken süprüntüler olarak algılanıyor. Ermeni Mezarlığı mı? Kaldır gitsin, zaten kaç kişi bırakmışız ki kesinlikle itiraz edemezler. Ahşap evler mi? Blok apartmanlar varken kim oturur buralarda? Gezi Parkı mı? Avm yanında birkaç ağacın sözü mü olur. Tüm bunların sebebi de bu coğrafyada bir anda tarihin ve belleklerin sıfırlanmasıdır. Bundandır onca tarihi mirasa karşın Anadolu’daki şehirlerin birbirine benzemesi. Bundandır ruhumuzu saran kasaba muhafazakarlığı ve bunun karşıtıymış gibi sunulan temelsiz, inkarcı yenilikçilik. Yüzyıllardır birileri meşrebine göre yukardan buyurmaya ve dayatmaya fazlasıyla alışmıştır bu coğrafyada. Bundandır tüm bu çatışma, tahrip ve hoyratlık. Bir de işin içine rant kaygısı girince hepten çekilmez oluyor.
Kaynak: http://agossapgir.blogspot.com.tr/