Göztepe’nin lig şampiyonluğunu zorladığı, kupalar kazandığı, Avrupa’da yarı final oynadığı 1960’lardaki kadrosu bütün futbolseverler tarafından gayet iyi bilinir. Milli Ligin henüz kurulmadığı ellili ve kırklı yıllardaki Göztepe takımıysa kulübün geçmişine meraklı taraftarları dışında karanlıkta kalmış gibidir. Oysa Göztepe 1950 yılında Türkiye Futbol Birinciliğini kazanarak önemli bir başarıya imza atmıştı. O başarıda pay sahibi olanlardan biri de takımın kalesini koruyan Erdoğan Akın’dı. Kendisiyle çocukluk ve gençlik yıllarındaki futbol tutkusunu, Göztepe, Adalet ve milli takım anılarını konuştuk. İşte onun ağzından çocukluk günleri ve top uğruna yaşadığı “maceralar”:
“1929’da İzmir Karşıyaka’da doğdum. Üç kız kardeşim vardı, ailenin tek erkek çocuğu bendim. İstasyona yakın bir yerde, makasın orada oturuyorduk. Hatta İsmet İnönü’yü trenle gelirken orada görmüştüm. Pencereden el sallıyordu. Topla ilgili ilk hatıralarım hoş değil. O zamanlar kenarı tırtıklı 1 kuruş vardı, annem fincan dolabının altına saklardı. Bir gün bir arkadaşım, ‘Arap Vahap (Vahap Özaltay) Karşıyaka sahasına geliyormuş, gel gidelim,’ deyince o 1 kuruşu gizlice aldım. Onunla şeker filan aldık. Duvara tırmanıp Arap Vahap’ı seyrettik. Tabii annem parayı yerinde göremeyince babama söylemiş. Babam bana, ‘Parayı sen mi aldın?’ diye sordu. Ben, ‘hayır almadım,’ dedim. Tek erkek olduğum için beni çok severdi ama o gün yediğim dayağın haddi hesabı yok. Rahmetli ninem yukarıdan koşup geldi, aldı beni yukarıya sakladı.”
“İlkokul dördüncü sınıfa kadar Karşıyaka’da oturduk. Babam MİT görevlisiydi. Komiser muavini olarak 1941’de Kuşadası’na tayin ettiler. O zaman İkinci Cihan Harbi yıllarıydı. Almanlar Yunanistan’ı işgal etmişti. Kuşadası’na hep göçmenler geliyordu. Babam göçmenlere bakıyordu. Tuzcu motoru gibi bir motora atlayıp Sisam’ın karşısındaki askeri mevzilerde kıyıya çıkan mültecileri toplayıp getiriyorduk. İlkokulu Kuşadası’nda bitirdim. Orada spor yapıyorduk, birdirbir oynuyorduk. Ben çok iyi atlıyordum ve her yarışı kazanıyordum. Sonra babamı komiser olarak Ödemiş’e tayin ettiler. Orada üç sene kaldık. Babam o sırada başkomiser oldu. Ortaokul birinci sınıftayken voleybol ve hentbola merak sardım. Babam Tire’ye tayin olunca oraya taşındık. O sırada babam beni sanat enstitüsüne verdi. Üç ay sonra bu kez şark hizmeti yok diye Urfa Akçakale’ye tayin edildi. O gitti, biz Tire’de kaldık. Okullar arası hentbol maçları yapıyorduk. Beni kaleye koydular. Çok güzel kurtarışlar yaptım. Bunun üzerine kaymakam bana bir çift futbol ayakkabısı hediye etti. O zamanlar futbol ayakkabısına sahip olmak büyük olaydı.”
“Babam meslekten ayrılmak maksadıyla Ankara’ya gitti. Bunun üzerine onu Kayseri’ye verdiler. Ben futbola orada başladım. Orada gazeteleri okuyarak, Rüştü Dağlaroğlu’nun yazılarının tesiriyle Fenerbahçeli oldum. Her hafta sinemaya gidiyorum diye evden çıkar, gizli gizli futbol oynardım. Evvela Halk Sahasında mahalle takımında oynadım. Futbol ayakkabılarını odunlar arasına saklardım. Babam maaşla beni okutamayınca beni o sene Sümerbank hesabına yazdırmıştı. Birinci karne altı tane zayıf gelince adamcağız çıldırdı. 3.000 lira tazminatı nasıl öderim diye ağlıyor. Bana, ‘Futbol oynamayacağına yemin et,’ dedi. Ben de – çocukluk işte – ayağımı kaldırdım ve yemin ettim. Futbola aşığım tabii. Hafta sonu yine sinemaya diye çıkıyordum. O filmi görenler varsa onlardan biraz özet alıyordum. Hemen istasyonun oradaki halk sahasına gidiyordum. Sanat enstitüsünün üçüncü sınıfında yine hentbol takımının kaleciliğini yapıyordum. Aynı zamanda yine okul takımında futbolda santrfor oynuyordum ve gol atıyordum. Okulu bitirmek üzereyken Kayseri Erciyes takımında bana lisans çıkardılar. On beş on altı yaşlarında o takımda santrfor oynadım. Takımda penaltıları ben atıyordum. Demek o kadar güzel oynamışım ki beni o yaşta takıma koymuşlar. Fakat Tire’deyken çok çalışıyordum. Babam o sırada orada olmadığı için her Cumartesi Pazar vaktimiz sahada geçerdi.”
“Ankara’da Türkiye hentbol şampiyonası oynanacaktı. Kaleci yok. Benim hentbolda kalecilik yaptığımı duymuşlar. Beni alıp Ankara’ya götürdüler. O zaman Harp Okulu kuvvetliydi. Dört takım Türkiye birinciliği için oynadık. Harbiye’de Yalım forvette oynuyordu. Ulus gazetesinde benim için turnuvanın en iyi kalecisi diye yazı çıktı. Ben oradayken babam da Ankara’ya gelip beni orada görünce evden kaçtığımı zannetmiş. Ankara’da dayımın evinde kalıyordum. Gazetelerdeki yazıları gösterdim, babam onları görünce rahatladı. Ondan sonra beni hiç engellemedi. ‘İzmir’e tayinim çıkmazsa istifa edeceğim’ dedi. Bunun üzerine İzmir Mithatpaşa karakoluna tayin edildi. Ardından 5. Şube müdürü oldu. O zaman sanat enstitüsünde birlikte okuduğum, sonra iki sene yelken federasyonu başkanlığı yapan arkadaşım beni Göztepe’de Abbas Göçmen’e tavsiye etmiş. ‘Beni kaleci olarak oynatacaksan ben yokum,’ dedim. Pazar günü ikinci takımla Bornova’ya maça gidiyorlarmış, beni de çağırdı. O gün gittik maça. Kaleci Partal Ahmet diye biri varmış, gelmemiş o. Beşiktaşlı milli futbolcu Cihat vardı. O Bornova takımında oynuyordu. Partal Ahmet olmayınca bana, ‘Kaleci oynayacaksın,’ dediler. Ben bırakıp gitmeye kalktım. Abbas, ‘Bir maç oynayacaksın, rica ediyorum,’ dedi. Maç 2-2 berabere bitti, söylediklerine göre ben de güzel oynamışım.”
“Ertesi hafta Fenerbahçe Göztepe’yle özel bir maç yapmak üzere İzmir’e gelecekti. Abbas beni antrenmana çağırdı. ‘Göztepe’de kaleci yok, aptallık etme’ dedi ve ‘Sen yedek kalecisin,’ diye kestirip attı. Böylece 1948 senesinde Göztepe’yle antrenmanlara başladım. Göztepe o zaman idmanlarını Halk Sahasında yapıyordu. Takımın sonraki yıllarda çalıştığı Güzelyalı’daki saha o zamanlar Halimağa tarlasıydı. Orası Göztepeli futbolcuların yetiştiği yerdir, ben de oranın son mahsulüyüm. Fenerbahçe maçına çıktık. Fenerbahçe kadrosundaki oyuncular Londra Olimpiyat oyunlarından yeni gelmişti. Kaleci Cihat Abi, Erol, Küçük Halil, Lefter gibi çok iyi oyuncular vardı. Onları 2-1 yendik. On beş gün sonra İstanbul’a davet edildik. İnönü Stadı yeni yapılmıştı, orada oynayacaktık. Ben birdenbire kaleci olmuştum. İlk defa İstanbul’a gidiyordum. O zaman Moda’da Mano Palas diye meşhur bir otel vardı, orada kamp yaptık. Orada Fenerbahçe’ye 3-2 yenildik. Benim Göztepe’deki kaleciliğim bu şekilde başladı. İzmir muhteliti kalesinde Özcan oynuyordu. Kısa zamanda çalışmam sayesinde ve şansımla onun yerini aldım. O sene İzmir şampiyonu olduk.”
“O tarihlerde kırk sekiz gün süren bir İtalya ve Kuzey Afrika seyahatine çıktık. Tunus ve Cezayir’e gittik. Seyahate giderken başkan Şevket Filibeli benim yevmiyelerimi vermemişti. Kaleci Özcan onun akrabasıydı, bir de Fenerbahçeli Seracettin’in ağabeyi olan kısa boylu bir kaleci vardı. Başkan yevmiyeleri vermeyince nüfus kâğıdımı istedim ve çıktım. Şevket Bey’in yazıhanesinin karşısında berber Fettah vardı. Ben orada otururken Nazım geldi. Onu Abdullah’la beraber Eskişehir’den almışlardı. Nazım bana, ‘Aptal, sen alacağın parayı niye şimdi istiyorsun?’ dedi. ‘Sen bu seyahati kolay kolay yapabilir misin? Ver nüfusunu git o seyahate, gelince iste parayı,’ dedi. Nazım haklıydı. Babamın futbolla alakası olmadığı için ben kendi acemiliğimle karar veriyordum. Babama durumu söyleyince, ‘Sen nasıl istersen evladım,’ dedi. Bunun üzerine seyahate katılmaya karar verdim.”
“O turneye üç tane kaleciyle gittik biz. Çok güzel maçlar yaptık. Cezayir şampiyonu Bastos’la oynarken parmağım kırıldı. Bastos oranın en büyük fabrikasının takımıymış. Yılan gibi kıvrılarak giden bir Arap forvetleri vardı, sonra İtalya’ya transfer olmuştu. Takım kaptanımız sol haf Mehmet Öktem vardı. Mehmet Abi bir ara Galatasaray’da da oynamıştı. Biraz ağırdı, adamı tutamadı. Adam ondan sıyrılır sıyrılmaz on sekize girdiği anda topa vurup golü attı. İki metre boyunda bir kalecileri vardı. Kolunu uzatıp köşeye giden topu tutuyordu. Fakat biz golü yiyince coştuk. Yirmi dakikada dört tane gol attık. İlk devrenin sonlarına doğru bizim rahmetli Semih düşüp kafasını yere çarptı. Biz ‘öldü bu’ dedik. Sedyeyle içeriye götürdüler. Biraz sonra o Arap santrfora bir orta yaptılar. Ben hayatımda ayaklara uçan bir kaleci değildim. Turgay gibi beynimle ve vücudumla oynardım. Fakat maça çıkmadan önce bizim kafile başkanı ‘Bu maçı kazanacaksınız’ diye bize bayrağı ve Kuran-ı Kerim’i öptürmüştü. Ben o halde adamın ayağına doğru nasıl uçmuşum hatırlamıyorum. Topu üstüme vuruyor, top bana çarpıp kornere gidiyor. Ben parmağımda müthiş bir sancı hissettim. Beni kenara aldılar. Kafile başkanı rahmetli Arap Hikmet’e, ‘Parmağım kırıldı,’ deyince ‘Yok bir şey, oynarsın’ diye karşılık verdi. O arada Seracettin’in ağabeyi kaleye geçti, kısa boyluydu. Bir gol attılar 4-2 oldu. Haftaym oldu, Semih içeride sedyede yatıyordu. Ben de kim bilir ne şiddetle çarpışmışım ki sırtıma nasıl sancılar giriyor. Arap zaten çoktan gitti. Hikmet Abi, ‘Sen oynayacaksın,’ diye ısrar etti. ‘Mesuliyeti kabul etmem, razıysan oynarım,’ dedim. Kabul etti. Tekrar kaleye geçtim ama top gelmesin diye dua ediyorum. Bir elim yanımda, yani tek elle oynayacağım. Bir ara altıpasın köşesinde rakip futbolcuyla karşı karşıya kaldım. Adam topa vurdu, top bana çarptı gitti gitti, direğin dibinden kornere çıktı. Böylece maçı 4-2 kazandık. O yıllarda bunun gibi bir seyahatimiz daha olmuştu. Suriye ve Lübnan’a gittik. Halep, Şam ve Beyrut’ta maçlar yaptık.”
Burada Erdoğan Akın’ın anıları arasına girip bir parantez açalım. O yıllarda iyi bir kadro kuran Göztepe 1949-50 sezonunda İzmir Mahalli Liginde şampiyon olmuş ve Türkiye Futbol Birinciliğine katılmaya hak kazanmıştı. Bu birinciliğin statüsü biraz bugünkü Türkiye Kupasına benziyordu. Bazı illerin şampiyon takımlarının kendi aralarında eleme usulüyle yaptığı maçlarla bölge birincileri belli oluyordu. Ardından bu takımlarla birlikte İstanbul, Ankara ve İzmir şampiyonları eleme usulüyle karşılaşıyorlardı. İşte Göztepe bu birincilikte İzmit Kağıtspor ve Gençlerbirliği’ni yenerek finale yükselmiş, finalde de Beşiktaş’ı 1-0 yenerek 1950 Türkiye Futbol Birinciliği şampiyonu olmuştu. Yine o tarihlerde Türkiye Futbol Birinciliği şampiyonu ile Milli Küme şampiyonu Başbakanlık Kupası maçını oynuyordu. Göztepe bu maçı Fenerbahçe ile oynamış ve uzatmada yediği golle maçı 2-1 kaybetmişti. Erdoğan Akın o günleri şöyle hatırlıyor: “1949-50 sezonunda Türkiye şampiyonu olduk. Ardından Fenerbahçe ile Başbakanlık Kupası maçını oynadık. Hileli bir gol attılar ve bizi 2-1 yendiler. Biz üç gol attık ama iki tanesi sayılmadı. Hakem Muzaffer Ertuğ idi. İzmir’deki bir maçta Alaattin Abi ona küfretmişti. ‘Ben size gösteririm, geleceksiniz Ankara’ya bak ne yapacağım,’ diye konuştu. Başbakan Menderes maçtan sonra, ‘Bu kupanın sahibi İzmir olması lazımdı ama top yuvarlaktır,’ dedi. Başka ne diyebilirdi ki?”
“O sezondan sonra askere gittim. Kayagücü’nde takım kaptanı sağ açık Kemal Abi vardı. (Kayagücü sonradan Adalet Partisi'nin ilk genel başkanlığını yapacak olan general Ragıp Gümüşpala tarafından İzmir'de kurulmuş askeri bir takımdı.) ‘Gel seni askere alalım, çok rahat edeceksin,’ dedi. Kabul ettim ve Şevket Bey’e gidip, ‘Nüfusumu verir misiniz?’ dedim. O zaman alacaklarımı vermeye kalktı. Fakat ben neticede asker oldum. Devamlı ordu milli maçlarına gittim. Ordu milli takımında dönemin birçok futbolcusu vardı. Fenerbahçeli Basri Dirimlili, Beşiktaş’tan Süleyman Seba, kaleci Fevzi, Recep Adanır, Eşref, Nusret, Fahrettin bunlardan bazılarıydı. Ayrıca Beton Mustafa, Sahir Gürkan gibi asker futbolcular vardı. 1950 senesi sonunda maç yapmak üzere Atina’ya gitmiştik. Orada başımıza olaylar geldi. Sahayı küçültmüşler. Bizi öldüreceklerdi, zor kurtulduk. Maçı son dakikalarda attığımız golle 2-1 kazandık. Seyirciler sahaya girdi, kendi hakemlerini hastanelik ettiler.”
Günümüzde olduğu gibi o yıllarda da çoğu futbolcu İstanbul kulüplerinde oynamanın hayalini kuruyordu. Erdoğan Akın’ın karşısına da böyle bir fırsat çıkmış fakat o kendisini büyük kulüplerden birinde değil, Adalet kulübünde bulmuştu. Bu transferi şöyle anlatıyor: "1952’de İsviçre ile özel bir maç yapacaktık. Ankara’da Belvü Palas’ta kamp yapıyorduk. Beşiktaş yöneticisi Sadri Usuoğlu o zaman milli takımın tek seçicisiydi. Fenerbahçeli Selahattin Torkal ile beraber kalıyordum. Bizim odanın yanında idare heyetinin odası vardı. Selahattin Abi ile beraber odaya giderken bir baktım karşıdan Sadri Usuoğlu geliyor. Keşke o tesadüf olmasaydı. Turgay’ın imtihanları sebebiyle maça gelememesi durumu vardı. Sadri Usuoğlu, ‘Turgay gelmezse ben Erdoğan’ı kalede oynatmam,’ dedi. Bir anda şaşırdım ama hiç sesimi çıkarmadım. Neyse ne yaptılar ettiler Turgay’ı getirdiler. Turgay’la çok yakın arkadaştık, birbirimizi çok severdik. Ablamın çocuğun ismini bile Turgay koymuştum. Neticede o gün Ankara’da 5-1 mağlup olduk. Yataklı trenle İstanbul’a geldik. Bir hafta sonra İspanya ile oynayacaktık. Maç 0-0 bitti, ama ben o maçta da yedek kaldım. Taksim Belediye Gazinosunda yemek yedikten sonra İspanyollar güzel bir kılıç hediye ettiler. Tam kapıdan çıkarken İzmirli gazeteci Orhan Vedat Sevinçli bana, ‘Beşiktaş’a gelmez misin?’ diye sordu. Tam o sırada Sadri Usuoğlu belirdi yanında. Orhan Bey ona dönüp, ‘Sen söylesene,’ dedi. Ben gençliğin verdiği atılganlıkla beni kalede oynatmayacağına dair söylediklerini hatırlattım. ‘O zaman beni niye milli takıma davet etti?’ diye sordum. O günlerde hem Fenerbahçeli, hem Beşiktaşlı yöneticiler peşimde koşuyordu, yataklı vagona biri giriyor, biri çıkıyordu. Neticede ben öyle konuşunca transferim gerçekleşmedi.”
“Beşiktaş’a gitsem başarılı olurdum. O zaman kuvvetli bir kalecisi yoktu. Ordu milli takımında Galatasaray’da sol açık oynamış Salim’le beraberdik. O zaman Adalet’te oynuyordu. Salim, ‘Gel Adalet’e beraber oynayalım, iyi bakarlar sana,’ diye bir teklifte bulunmuştu. Böylece Adalet kulübüne geçtim. Bana maaş bağladılar. Adalet kulübünde yedeğim Fecri Ebcioğlu’ydu. Bu kulüpte iyi günlerimiz geçti ama Beşiktaş gibi değildi. Çünkü orada oynarken üç büyüklerdeki rakipler vuruyor, kırıyor, kafa atıyor, tükürüyor, yani her şeyi yapıyorlardı. Bir maçta rakibim tekme attı, ben elimdeki topu bıraktım. Bunun üzerine aldı topu gitti boş kaleye attı, maçı 1-0 kazandılar. Böyle bir şey olabilir mi? Ben Beşiktaş’ta oynasam böyle bir şey yapabilir miydi? Büyük baskılar altında oynuyorduk. Adalet paralı takım diye ezmek için ellerinden ne gelirse yapıyorlardı.”
“Fenerbahçe Stadında Fenerbahçe ile oynuyorduk. Oyunun takriben 25. dakikasında bir degajman yaptım. Rahmetli Samim Abi (Samim Var) Fener’de santrhaf oynuyordu. Bizde santrfor Necmi (Onarıcı) vardı, ters bir çalım atınca Samim Abi ters tarafa yattı. Necmi vurdu ve golü attı. Golden sonra bir hava topuna çıktım, Canavar Burhan altıma yattı, beni ters kepçeye getirdi. O bariz faullere rağmen hakemler onları tutuyordu hep. Devre bitmek üzereyken bir top geldi, ben göğsümle bloke ettim. Yanımda Selahattin Abi, karşıda Burhan vardı. Bana bir yumruk attı. Vurunca tabii topu elimden kaçırdım. Kaleye vurdu, gol. Hakem Sıtkı Eryar diye bir deniz albayıydı. Birinci devre 1-1 bitti. Çıkıyoruz, boyuna ayva atıyorlar. Bir tanesi hakemin kafasına gelince, ‘Bu maç oynanmaz,’ dedi ve maçı tatil etti. Bize giyinin dediler, biz hemen giyindik. Stattan çıkamadık, bizi polis kıyafetiyle arabalara bindirip Üsküdar’dan kaçırdılar. Bir hafta sonra federasyon Adalet kulübü hükmen mağluptur diye karar aldı.”
“Beykoz’la bir maç yapıyorduk. Maçı Sulhi Garan gibi beynelmilel bir hakem yönetiyordu. Hava yağışlıydı. Oyunun yaklaşık 60. dakikasıydı. Beykozlu Katır Nusret vardı, bir patlattı. Ben kaleden bir buçuk iki metre dışarıdaydım. Atlayıp vurdum, top başladı kaymaya. Çizgiye daha yarım metre vardı, tuttum attım. Sulhi Garan düdük çaldı, santrayı gösterdi. İtiraz ettik ama neye yarar, maçı 1-0 kaybettik. O maçın arkasından Şeref Stadında Galatasaray’la oynuyorduk. Maç 0-0 devam ediyor. O zaman kaleciler on sekizin dışında topu elle tuttuğu zaman oyundan ihraç edilmiyor ama atış veriliyordu. Reha Abi bizim kaleye doğru hızla geliyordu. Top bir ara toprak zeminden dolayı sekince kaçırdı ayağından. Ben hemen atladım, topu çektim aldım. Benim kafama bir tekme geldi. Tabii o halde topu bıraktım. Aldı götürdü topu, gol yaptı. Biz yine 1-0 mağlup olduk. O gece kafam yumruk gibi şişti. Her tarafım mosmor olmuş, bir hafta sokağa çıkamadım. Kısacası Sadri Usuoğlu’nun o sözünü duymasaydım belki Beşiktaş’a gidecektim ve Türkiye’nin sayılı kalecilerinden olacaktım.”
“Adalet’te oynarken 1952 Helsinki olimpiyatlarına gittim. Takım kaptanımız Galatasaraylı Muzaffer Abiydi (Muzaffer Tokaç). O zamanlar Türkiye’nin ekonomik durumu iyi değildi. Hayvan taşımakta kullanılan bir uçağı yolcu uçağına çevirmişler. Dört buçuk saatlik bir uçuşla önce Roma’ya geldik. Yolculuk sırasında bir fırtına çıktı, çiviler patlıyor. Ben antrenör Sandro Puppo ile yan yana oturuyordum. ‘Erdoğan kalalım Roma’da, gitmeyelim,’ dedi bana. O şartlarda Alpleri nasıl geçeceğimizi düşünüyorduk. O gece, dört buçuk saat sonra Hamburg’a vardık. Bende yemek yiyecek hal kalmamıştı. Ertesi gün Finlandiya’ya uçtuk, hiçbir şey yok. Gayet rahat bir yolculuk yaptık. Olimpiyatlarda Hollanda Antilleri ve Macaristan ile oynadık. Macarlara 7-1 yenildik.” Burada yine bir parantez açıp Doğu Bloku ülkeleri futbolcularının amatör kabul edildikleri için olimpiyatlara A milli takım kadrolarıyla katıldığını belirtmeliyiz. Dolayısıyla Macaristan da bu turnuvaya o yıllarda önüne çıkan her takımı ezerek yenen ve Puşkaş, Czibor, Kocsis, Hidegkuti gibi yıldızlardan oluşan kadrosuyla katılmıştı.
B milli, ordu milli, amatör milli formaları giyen, A milli kadrosuna seçilen Erdoğan Akın yaklaşık beş yıl İstanbul’da kaldıktan sonra tekrar İzmir’e dönüp Göztepe’de futbolu bıraktı. “1957’de Göztepe’ye döndüm. İki kere böbrek kanaması geçirince 1959’da, yani otuz yaşındayken futbolu bıraktım. Adalet’le yapılan bir jübile maçıyla sahalara veda ettim. Kaleyi Altay’dan gelen Erdoğan’a bıraktım. Antrenörlük yapmadım. Yapsam yapardım, yedi tane ecnebi antrenör görmüştüm ama iş hayatına atılmıştım. İplik fabrikam vardı. Anadolu Mensucat şirketiydi, battaniye imalatı yapıyordu. 1255 kişi çalışıyordu fabrikada.”
Röportaj Fethi Aytuna
Kaynak http://dinyakoskrampon.blogspot.com.tr